Prenses SS+ Seviyesinde Bir Maceracı

Çevirmen: YcD44
Editör: Galen
Cilt 1Bölüm 1: Kek Kesmek

Kraliyet Villası'nın içindeki meyve bahçesi, evin içindeki evimdi. Duvarların oluşturduğu uzun gölgelerden yılmayan, çiçek açmış elma ağaçları ve çiçekli çalılar, beni öğleden sonraki uykumdan nazikçe uyandırırken bir bahar şarkısı söylüyorlardı.

Çimenlerin üzerinden kalkarak, üzerimdeki ağaç yapraklarının arasından süzülen dağınık güneş ışığına karşı gözlerimi açtım. Sonra elimle silerek, dudaklarımın kenarındaki nemi fark ettim ve sessizce inledim.

Açık alanda uyuyakalmış olmam zaten bir davranış ihlaliydii. Bunu salyalarım akarken yapmış olmam ise affedilemezdi. Hizmetçilerden biri beni bu halde görseydi, onları kovduktan sonra bile bu utanç peşimi bırakmazdı.

Neyse ki patavatsızlığımı gözetleyecek kimse yoktu. Yine de bu, villada ya da arazide kimsenin olmadığı anlamına gelmiyordu. Hizmetkârlar, konuklar ve muhafızlar her zaman bol miktarda bulunurdu. Genellikle de birbirleriyle.

Ben de bu şekilde keyif alıyordum.

Gerçekten de etrafımda kimse yoktu.

Veliahtlık sıralamasında beşinci olarak, yoğun bir diplomasi gününde her adımımı takip eden görevlilere gerek yoktu. Benim rolüm, mümkün olduğunca az yaygara kopararak gerekli halk toplantılarına katılmaktı.

Kapalı kapılar ardındaki entrikalara tanıklık etmek ya da katılmak bana düşmezdi ve sonuç olarak, benim yaşımdaki bir kızın ustalık göstermesi beklenen yaratıcı uğraşları sürdürmek bana bırakılmıştı.

Örgü örmek. Bahçıvanlık. Çay demlemek. Resim yapmak. Şiir. Dans etmek.

Son derece sıkıcı bir durumdu.

Kendi erkek ve kız kardeşlerim, halkın onayının baş döndürücü ışığında ailemizin davasını ilerletirken, babamın sarayının iniş çıkışlarından bu kadar uzak olmak.

İşte bu yüzden-

"Heh heheheh heheh …"

İşte bu yüzden sevinçten zıpladım.

Heyecanlı bir tavşan gibi olduğum yerde zıpladım, uykumdan uyandığımı ve yine de olmam gereken bir yer olmadığını fark ettiğimde, bulutlara doğru sıçradım.

Harikaydı! Saray entrikalarının sıkıcılığından arınmış koca bir gün! Yaşlı cadıların pis kokusuna maruz kalmadığım koca bir gün! Artık köşelerde takas edilen sinsi baş sallamaları ve masaların altından verilen kese kese paraları görmüyormuş gibi davranmama gerek yoktu!

Bu da benim, Juliette Contzen'in, Tirea Krallığı'nın 3. Prensesi'nin, bilimsel uğraşlara dalmakta özgür olduğu bir gün anlamına geliyordu.

Etrafa göz gezdirdim.

Sonra hızla elma ağacının köklerine bastım, eğildim ve dibindeki çalıların arasından bir kitap çıkardım.

Gülümsememi parlak kırmızı bir kapak karşıladı.

Kitabı açtığımda, ayraç olarak kullandığım yaprak yere düşerken çocukça bir çığlık attım ve kitabın tadını çıkarabileceğim daha ne kadar çok sayfası olduğunu gördüm.

Gerçekten de kirlerin ve dalların arasına özenle ve titizlikle saklanmış olan bu kitap, tarih üzerine bir inceleme değildi. Haute mutfağı dünyasında on yılın en nefis yemekleri için bir tarif kitabı da değildi.

Bu… bir romantik macera başlığıydı.

Bir Saray Leydisinin Patavatsızlığı, Cilt III.

Görgü kurallarım bir kez daha beni hayal kırıklığına uğrattığı için hemen dudaklarımın kenarını sildim.

Bu, kuryeyle sipariş etmek zorunda kaldığım ve gizlilik için yüklü bir rüşvet verdiğim ahlaksız bir edebiyat eseriydi. Ama buna değerdi. Soylu bir hanımefendi olduğunu iddia eden bir yazar tarafından kaleme alınan bu kitap, utanmazca bir kale muhafızıyla yaşadığı romantik buluşmaları anlatıyordu.

Elbette bunun bir uydurma olduğunu biliyordum. Kıtanın bu tarafında, sıradan bir askere duyduğu aşk yüzünden itibarını tehlikeye atacak soylu bir hanımefendi yoktu. Böyle bir şey tamamen masal dünyasına aitti, oysa dünya, soğuk demir kadar bükülmez bir hırs üzerine kuruluydu.

Yine de, en ufak bir ihtimal bile de olsa, …

İşte bu gerçekten bir skandal olurdu!

Yine elimin tersiyle yüzümü sildim.

Ancak, bu başlığı okuyarak kendi kişisel patavatsızlığım devreye girmeye hazır değildi. Okuma seansımı beslemek için gıdaya ihtiyaç vardı. Ve şansıma, etrafım son derece besleyici yiyeceklerle çevriliydi.

Yukarı baktığımda, en alt daldan sarkan mükemmel olgunlaşmış bir elma gördüm. Sonra da hemen arkasında saklanan çilekli keke uzandım.

Günümün nasıl ilerlediğine gülümseyerek, keki dalların arasına fırlattığımdan beri boyumun birkaç santim uzadığını umdum ve parmak uçlarımda yükselerek keki kaydırmayı denedim.

"Uff … hrghh … hnnghh!!"

Kaymamıştı.

Yenilgiyi kabul ederek, kraliyet ailesinin tüm üyelerinin yanlarında bulundurduğu kılıcı kınından çıkardım.

Benimki sadece törenseldi elbette. Sadece kıyafetimin bir parçasıydı. Silah kullanmak için ne eğitim almıştım ne de böyle bir beklentim vardı. Herhangi bir durum ortaya çıkarsa, muhafızların beni koruyacağına güvenebilirdim.

Pasta kesmek için kullanılsa da sorun olmazdı, değil mi…?

Kitabı göğsüme bastırarak yukarı uzandım ve kılıcın yüzüyle dalın kenarına hafifçe vurdum.

Kek kolaylıkla yere düştü. Düşerken, kılıcıma açı verdim-

Ve besleyici atıştırmalığın kılıcın kenarına düşmesine izin verdim, kendisini temiz bir şekilde iki parmak büyüklüğünde parçalara ayırdı.

Kılıç o kadar keskindi ki, kekin yarıldığı zar zor görülebiliyordu. Ancak elime aldığımda ayrıldı. Üstü krema ve yarım çilekle kaplı iki mükemmel altın dilim bana kendilerini gösterdi. Artık bugünün güzel geçeceğini biliyordum.

"Hm hm hm hm hmm hmm ♫."

Evet, çok güzel bir gündü.

Ta ki içten alkış seslerini duyana dek.

"Fena değil. Tek vuruş, ha? Düşmanınız bunun geldiğini hiç öngörememiş."

Hemen kitabı ve kek dilimlerini çalıların arasına fırlattım, arkamı döndüm ve kılıcımı havaya kaldırdım. Eğer yapabilseydim, kendimi de oraya atardım. Ve muhtemelen beni gören kişiyi de.

Yüzümdeki çocuksu neşeyi silerek, en ağırbaşlı kaş çatışımı takındım ve ellerini kaldırmış olan adama doğru duruşumu düzelttim.

Kılıcımı indirmedim.

Kaba saba seyahat kıyafetleri ve dağınık sakalıyla yabancı bir adam. Belli ki bir holigandı. Ve çalışmalarının ortasında bir prensese gizlice yaklaşıyordu! Bu en az üç büyük suç demekti! Bu, derhal idam sebebiydi. Ya da en azından kafasına, özellikle de anılarını saklayan kısmına birkaç darbe indirilmeliydi.

"Arazinin bu bölümü özeldir," dedim. "İsminizi söyleyin. Hizmetli değilsiniz. Burada ne arıyorsunuz?"

Adam ellerini hafifçe yukarı kaldırdı. Yine de bu uysal tavrı, ne yüzündeki rahat gülümsemeyle ne de kendisine doğrultulmuş bıçağı bir vitrin parçasıymış gibi hayranlıkla incelemesiyle örtüşüyordu.

"Vay canına, beni delik deşik etmeye başlamadan önce itiraf edeyim."

Hemen vücudunun hangi kısmının bıçaklanmaya en yatkın göründüğüne baktım. Gülümsemesi hafifçe bozuldu.

"Demek istediğim, konaklarda yolumu bulmaya alışık değilim. Adım Caban Oxwell. Maceracılar Loncası'nın elçisiyim. Bana kâhyanın bahçelerde olduğu söylendi."

İddiasının doğruluğunu değerlendirirken kaşlarımı çatmaya devam ettim.

Bu, adamın tereddüt etmesi için yeterliydi. En azından ben, bir maceracıya benzeyecek kadar pasaklı olduğuna karar verene dek, yüzündeki belirsiz gülümseme neredeyse tamamen kayboldu, ancak bildiğim kadarıyla onlar kiralık serserilerden biraz daha fazlasıydı.

"Burası bahçeler değil," dedim, kılıcımı indirdim ama kınına sokmadım. "Burası meyve bahçesi. Tahta kapıdan geri dönün ve merdivenlerden yukarı çıkan patikayı takip edin. Bahçeyi göreceksiniz."

"Doğru, doğru. Anladım."

Adam başıyla onayladı. Anca şimdi ellerini indirdi, birkaç adım geri çekildi ve arkasını döndü.

Sonra, tekrar bana bakana kadar dönmeye devam etti.

"Merakımdan soruyorum, buradaki tüm soylu hanımların üzerinde kılıç olması gerekiyor mu? Yoksa sadece düzenli olarak düşen pasta parçalarıyla savaşanlarda mı var?"

Bu aşağılanma neredeyse kolumun titremesine neden oluyordu.

Geçerli bir mazeret bulmaya çalışırken, kaşlarımı çatmaya devam ettim.

Görünüşe göre, sıkılmış ve pazarlıkçı görünmekten daha iyi olduğu için ailemin bana toplum içindeyken sürdürmem amacıyla öğrettiği tek ifade buydu. Ve bu konuda olağanüstü biriydim. Övgüye değer pek çok başarım yoktu ama uyku dahil 336 saat boyunca kaşlarımı çatarak aile rekoru kırmak bunlardan biriydi.

Beynimin daha hızlı çalışmasını isterken adam bana kuşkuyla bakıyordu.

Sonra aklıma harika bir çözüm geldi.

"Oh… Ohhhhoho! Ne demek istiyorsun? Ne kılıcı? Ne pastası?"

"H-Ha? Elindeki kılıç? Fırlattığın pasta…"

"Burada ne kılıç ne de pasta var. Bunu bir kraliyet üyesi olarak beyan ediyorum."

Adam tam bir şaşkınlıkla bana baktı. İçimden zaferle gülümsedim.

Bu doğru… bir soruya cevap veremediğinizde, bunun yerine otoritenin boyun eğmez tekmesini vurun!

Bu adam kendi kendini avare ilan etmişti ve halktan biriydi. Bir prenses neden kraliyet işlevlerini açıklama ihtiyacı duysun ki? İster çimlerde uyuklamak, ister pasta dilimlemek olsun, yaptığım her hareket krallığa hizmet etmek için hesaplanmış bir karardı.

"Kraliyet… ?"

Adam şaşkın görünüyordu. Bir süre sonra parmaklarını şıklattı.

"Aha! O zaman… siz… ah…"

"Prenses Juliette."

"Prenses Juliette! Elbette bilmeliydim. Nefes kesici şarkı söyleme ustalığınız, kıtanın dört bir yanında biliniyor!"

Yüzümü buruşturdum. Şarkı söylemem kesinlikle nefes kesiciydi. Annem bir keresinde, yabancı bir ülkede şarkı söylersem bunun savaş ilanı olarak algılanacağını söylemişti.

Ama eğer mırıldanmama iltifat ediyorsa, belki de artık camları kırmayacak kadar ustalaşmıştım… ?

"T-teşekkür ederim… ama halkı şarkı söyleyen sesime nadiren maruz bırakıyorum. Doğrusu, korkarım sesime pek güvenim yok."

"Ah. Bu durumda, evet. Dürüst olmak gerekirse, buraya sadece bir hayvanın öldüğünü sandığım için geld-"

Ağzımı açtım, gardiyanlara bu iğrenç suçluyu derhal tutuklamaları için bağırmaya hazırdım.

Sonra alnıma çarpan yağmur damlasını hissettim.

Dehşet beni ele geçirdi. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım ve gökyüzünü mesken tutmuş birkaç bulutun, şimdi nasıl olup da bu anı değerlendirip çok daha gri bir renk seçtiklerine hem hayret ettim hem de lanet okudum.

Yine bir başka yağmur damlası çarptı yüzüme. Hafif ve ferahlatıcıydı. Ve masumları hemen saklanmamaları için böyle cezbediyordu.

Bu ülkede bahar yağmurlarının aniden bastırması sık rastlanan bir durumdu. Gelgitler gibi gelir ve giderdi. Normalde, yine de sığınacak bir yer arardım ama bu, en değerli eşyalarımı rutubet ve çamura terk etmek anlamına gelirdi.

"Evet, peki, hepsi bu kadar mı?" Kitap ve kekin saklı olduğu çalıya doğru ihtiyatlı bir adım attım, bunun aynı zamanda hazırlıksız sohbetimizin sonunun geldiğine de işaret edeceğini umuyordum. "Eğer öyleyse, Sör Oddwell-"

"Oxwell. Ve şövalye değilim."

"Pekâlâ, Bay Oddwell. Zamanım çok kıymetli ve ilgilenmem gereken devlet meseleleri var. Başka bir talimata ihtiyacınız var mı ya da… ?"

Adam bana garip bir şekilde acı dolu gülümsedi. Anlaşılabilir. Bir prensesle tesadüfen karşılaşmak, kuşkusuz her sıradan insanın en büyük hayaliydi. Ama onun mutluluğu için değerli kitabımı ya da ikinci öğle yemeğimi feda edemezdim.

"Hm? Şey, elbette. Bana buralarda tuvaletin nerede olduğunu söyleyebilir misiniz? On dakikadan beri tuvalete gitmek için can atıyorum…"

Bu adam!

Bir prensese ne diyordu?! Ve nezaketten de yoksundu! Git buradan!

"Orada… Misafir bölümünde umumi tuvaletler var. Geldiğiniz yere geri dönmeniz, sonra da kale kapısının bitişiğindeki kil çatılı binayı bulmanız gerek."

"Anladım, teşekkürler."

"Mükemmel, o zaman ben-"

"Bu arada, neden yine kılıcınızı çektiniz?"

Aynen adamın dediği gibiydi.

Kılıcımı tekrar çekmiştim. Ama bu, konuşmayı sürdürerek kaç tane görgü kuralını çiğnediğinin muhtemelen farkında olmayan bu çok konuşkan adamı uzaklaştırmak için değildi.

Hayır, çok daha önemli bir iş içindi.

Şemsiye görevi.

Bileğimin bir hareketiyle, çalıya doğru yol alan bir sonraki yağmur damlasını uzaklaştırdım. Ve sonra bir sonrakini. Ve sonra bir sonrakini.

Krallığımızın havasının aşağılayıcı durumundan yakınırken, gözleri garip bir şekilde genişlemiş olan adama doğru baktım.

"Elbisemin ıslanması uygunsuz bir durum."

"Ne?"

Aniden, neredeyse şok olmuşçasına verdiği yanıt beni şaşırttı. Bir an durup düşündüm ve bir yolcu olarak çamur ve yağmura alışkın olduğunu fark ettim.

"Yağmurun elbiseme sızmasına izin veremem," diye nazikçe açıkladım, kaçındığım birincil felaket bu olmasa bile. "Bu nahoş bir durum olur. Bir prenses, sırılsıklam giysileri tenine yapışmış halde bahçede dolaşamaz."

Evet… tıpkı bir maceracı gibi.

Yağmur başlayalı çok kısa bir süre olmasına rağmen, omuzlarına ve saçlarına düşen yağmurun oluşturduğu nemi fark etmiştim bile. Yine de yağmurdan habersiz ya da umursamaz görünüyordu… hatta yağmurun bir kısmı, açık ağzına düşerken bile.

"Bununla… Bununla mı?"

Ben hızlanan yağmur damlalarını savururken, başımın üzerinde tuttuğum kılıcıma doğru açıkça baktı.

"Evet? Şu anda bir şemsiyem yok."

"Şemsiye mi? Yağmuru kesmek için kılıcını şemsiye olarak mı kullanıyorsun?"

"… Sadece elbisemin ıslanmasını engelliyorum?"

Bu adama şaşkınlıkla baktım. Açıkça aşikar olması gereken şeyi ifade eden basit cevabımdan çok uzakta, bunun yerine giderek genişleyen gözlerle beni izledi.

Bu… İşte tam burası. İşte bu yüzden halktan insanlarla asla konuşmazdım. Bu ve muhafızların genellikle onları uzak tutmak konusunda çok daha iyi bir iş çıkardıkları gerçeği. Kendimi yağmurdan korumak gibi basit bir eylemi daha kolay anlaşılır terimlerle nasıl açıklayabilirdim ki? Belki de el hareketleri kullanmalıydım? Piktogramlarla*? Göğsüme vurarak?

Ya da…

Ah-ha! Şimdi anladım!

"Ah, elbette. Yanınızdaki kılıcı şimdi görüyorum. Özür dilerim, sizi bir kılıç ustası olarak düşünmemiştim. Dediğiniz gibi, kesinlikle bir şövalye değilsiniz."

"Ha?"

Nazikçe gülümsedim, asıl meseleyi daha önce fark edemediğim için utandım.

Elimde tuttuğum kılıç karşısında nutku tutulmuş olmalıydı.

"Evet, bu efsanevi rapier, Starlight Grace. Krallığın hazinelerinden biri, aslında büyük büyük büyükannem için yıldızlardan taşındığı iddia edilen cevherden dövüldü. Ne yazık ki, gerçek şu ki, kesinlikle yeryüzüne ait olan bir yapıya sahip. Yine de muhteşem bir ışık yayıyor, öyle değil mi?"

Elbette, hikâyeyi bilmese bile kılıcımı takdir edebilirdi. Böylesine efsanevi bir kılıcın birdenbire gözlerinin önünde kullanıldığını görmek, şok edici olmalıydı. Kılıcı kullanmadan önce böyle bir düşünceyi göz önünde bulundurmamakla hata etmiştim.

Sanırım yapılacak en hayırsever eylem, onun parlak niteliklerini göstermekti. Kesinlikle ona dokunmuyordu.

Artık bir izleyicim olduğunu bildiğimden, gereğinden fazla salladım ve yağmurun bir çizgisini hilal şeklinde süpürdüm. Arkasında ışıltılı bir iz bıraktı.

"Harikulade bir kılıç, değil mi? Elbette, onu tutma isteğinizi anlıyorum ama reddetmek zorundayım. Bu bir kraliyet yadigârı ve ortalık malı gibi ele alınamaz."

"Hayır, Prenses… Öyle değil… Nasıl… Bunu yapmayı nereden öğrendiniz?"

"Pardon?"

"Bunu."

Ben her bir yağmur damlasını savurmak için vuruşlarımı hızlandırmak zorunda kalsam da adam kılıcıma bakmaya devam etti.

Doğrusu, nasıl cevap vereceğimi bilmiyordum. Işık kesinlikle etkileyiciydi. Ancak bu, tamamen kılıcın titiz işçiliğinin bir sonucuydu ve bir miktar da büyüydü. Bunun için kendime pek pay çıkaramazdım. Tek yaptığım o şeyi sallamaktı.

"Korkarım bilmiyorum? Bu kılıcı kullanmanın doğal bir etkisi."

"… Anlıyorum. Yani kılıç ve kılıç sahibi bir bütün."

"Hm?"

Başımı sorgulayıcı bir şekilde eğdim. Aldığım karşılık, omuzların sertleşmesi ve sırtın dikleşmesiydi, tıpkı iç kapıda uyuklarken yakalanan bir muhafızın ayağa fırlaması gibi.

"Özür dilerim Prenses Juliette. Görünüşe göre kabalıktan daha fazlasını yaptım. Küstahça davrandım. Yine de daha kaba olabilirsem, kılıç ustalığınızın derecesini öğrenebilir miyim?"

"Affedersiniz?"

O kadar şaşırmıştım ki elimin bir an için titremesine izin verdim. Gözlerim yaprakların altından görünen parlak kırmızıya takılınca içimden sessizce homurdandım, sonra kılıcımın tekrar parlak kırmızı kalmasını sağlamak için çalışmaya koyuldum.

"Evet… kaçıncı derecedesiniz?"

"Benim derecem yok," dedim basitçe, bu adamın gözlerinin arkasında tek bir duygusuzluk bile olmadığına yürekten inanarak. "Neden ihtiyacım olsun ki?"

Tanrı aşkına, ben bir prensesimtim!

Hangi dünyada kılıç ustalığıma derece verilebilirdi ki? Dahası, bu neye yarardı ki? Hocalarım tarafından saray görgü kuralları konusunda azarlanmak başka bir şeydi. Bir saman kuklasını dövmeyi başaramadığım için silah ustası tarafından azarlanmak ise bambaşka bir şey.

"Anlıyorum… Demek böyle şeylerin çok üstündesiniz. Gerçekten kayda değer."

"Şey, bir bakıma?"

Bu tuhaf adama kararsızca cevap verdim. Muhafızları mı yoksa doktoru mu çağırmam gerektiğini giderek daha fazla merak ediyordum. Özellikle de onun nezaketsizliği karşısında.

Ben hızla yağan bahar yağmurunu kovmakla meşgulken, adam beni ve kılıcımı süzmeye devam etti ve özür dilemek istediğine dair hiçbir işaret vermedi. Hiçbir devlet adamı, sosyal işaretlere karşı bu kadar kör olmazdı. Ya da gözleri olan herhangi biri.

"Prenses!!"

"Hiee! E-Evet?! Şimdi ne oldu?"

Adam aniden yüksek sesle bağırdı ve yumruğunu göğsüne vurdu. Korkuyla sıçradım, sonra gerçekten göğsümü yumruklayarak iletişim kurmam gerektiği düşüncesiyle umutsuzluğa kapıldım.

"Lütfen, Prenses! Eğer henüz bir derece almadıysanız, sizden rica ediyorum… hayır, yalvarıyorum! Bunu yapabilmem için bana fırsat verin! Sizi derecelendirmeme müsaade edin!"

"Beni derecelendirmek mi?!"

Adam başını salladı. Adamın yüz ifadesi inatçı bir ciddiyetle buruşmuştu. Saçlarının önünden damlayan yağmura hiç aldırış etmedi. Sanki gözlerindeki ateş, ıslaklığı ve soğuğu yakıp yok ediyordu.

"Evet, Prenses! Sıradan bir maceracı olsam da kılıç konusunda biraz ünlüyüm! Lütfen yeteneğinizi değerlendirme onurunu bana bahşedin! Açıkçası, bunun daha önce yapılmamış olması affedilemez!"

Adamın eli yanındaki kılıcın kabzasına gitti.

Ağzım açık kaldı.

Eğer bir muhafız bana karşı böyle bir hareket yapıldığını görseydi, zincire vurulup götürülürdü. Ve eğer şanslıysa, kafası hâlâ yerinde olurdu.

Ağzımın sonuna kadar açık olduğunun bilincinde olsam bile, kendimi düzeltecek kapasiteden yoksundum. Kılıcımın, hâlâ yağan yağmura vurarak yağmuru uzaklaştırması bir yana, talebin cüretkârlığı karşısında felç olmuştum.

"Sör Oddwell-"

"Oxwell. Ve şövalye değilim."

"Kim olursa olsun. Bu talebi değerlendirmeye bile alamam. Derecelendirilecek hiçbir şey olmadığı gibi, aynı zamanda böyle bir şey tüm davranış kurallarına tamamen aykırı olacaktır. Bulunduğunuz mevkiyi göz önünde bulundurduğumuzda bile bu, affedilemez bir şey-"

"Prenses!"

Tam anlamıyla şok olmuştum ki, bu yetişkin adam hemen iki dizinin üzerine çöktü. Fazla yıpranmış giysileri nemli çimenlerle temas edince, bir vıcıklama sesi duyuldu.

"Size yalvarıyorum! Gitmemi emredin, beni kovun ya da tutuklayın! Ama önce kılıcınızın gücünü test etmeme izin verin!"

Ona dehşet içinde baktım.

Bir keresinde, genç bir asilzadeye, şok olmuş bir salonun önünde secde ettirerek evlenme teklif ettirmiştim. Başka bir seferinde de, dikkatsiz bir hizmetçi tarafından üzerime koca bir tepsi şarap dökülmüştü. Her iki olay da beni, dağınık saçlı profesyonel bir kabadayının kılıç ustalığı sınavına girmem için yalvarması kadar etkilememişti.

"Buna gerek yok! Lütfen ayağa kalkın! Bu şekilde yalvarmak size yakışmıyor! Siz… Bunu en fazla bir dizinizi kullanarak yapmalısınız!"

Adam pişmanlık duymuyordu. Çirkin duruşunu sürdürdü ve her geçen an ruhumun irkilmesine neden oldu.

"Prenses, isteğim!"

Küçük bir inilti çıkardım. Özellikle de bahar yağmuru geldiği gibi hızla dinmeyi seçmişken. Sanırım bu, yukarıdan gelen bir mesajdı.

"Ben… bunu düşünebilirim… eğer süreç kısa olursa… çok kısa olursa… ve hemen ayrılırsanız… beni nasıl derecelendireceksiniz…?"

"Bunun tek bir yolu var, Prenses!"

Adam hemen ayağa fırladı. Avuç içi, kabzasının tepesine yerleşirken dehşet içinde baktım. Gözlerindeki enerjiyle eşleşen, ateşli bir gülümseme takındı.

"Çelikten bir testle."

Yorumlar
/ sayfa kayıt
© 2024 Felis Novel. Tüm Hakları Saklıdır.
BAĞLANTILAR