Prenses SS+ Seviyesinde Bir Maceracı

Çevirmen: YcD44
Editör: Galen
Cilt 1Bölüm 12: Tesadüfi Hasar

Yıkımın izleri karşısında şok içinde kalakalmıştım.

Her renkten ve türden kuş gökyüzünü doldurmuştu. Güvercinler, serçeler ve kargalar. Ayrıca tek gözlü yarasalar, iribaşlar ve şimdi akşam yemeğinden edilmiş en az bir cockatrice*. Yönleri ise buradan uzaklaraydı. Ve göz alabildiğine uzağa doğru düzleşen ağaç sırası.

Önümde, yassılaşmış ağaç kabukları ve ezilmiş tepeciklerden oluşan yeni inşa edilmiş bir tünel kendini bana gösterdi. Uzak ufukta yeşil tarlaları ve karla kaplı dağları seçebiliyordum.

"Ne… Nasıl olur da… ?"

Taze güneş ışığı, boş bir nehir yatağına dökülen su gibi yeni ortaya çıkan tünele akarken gözlerimi kırptım.

Bu… Bu açıkça çok fazlaydı, değil mi?!

Tek istediğim böcekleri dağıtmaktı! Ormanı da dağıtmaya hiç niyetim yoktu! Ama nasıl?!

Şok olmuş gözlerim yassılaşmış ağaçlar ve elimdeki Yıldız Işığı Zerafeti arasında gidip geldi. Tırtılları uzaklaştırdığım onca zaman boyunca, böylesi bir yıkıma hiç tanık olmamıştım!

Doğru, normalden biraz daha hızlı savurmuştum ve o kıvılcımlar biraz sıra dışıydı, ama yine de!

Bu, ormanlık alanın kenarına kadar uzanan bir dizi ağacı devirmeye yetmemeliydi!

Acaba Yıldız Işığı Zarafeti ihtiyaç duyduğum anda uyanmış ve savunmamda bana yardımcı olması için göksel bir güç mü kanalize etmişti? Elbette, eğer kökeni hakkındaki söylentiler doğruysa, böyle bir şey ihtimal dışı değildi. Bilenmiş kenarının ötesinde büyülere sahip bir krallık eseriydi. Kraliyet ailesinin bir üyesi tarafından çağrıldığında gizli bir güç içeriyorsa mantıklı olurdu…

Ama öyle bile olsa!

Bu neden şimdi dağları görebildiğimi açıklamıyordu!

Gerçekleri bir araya getirirken büyük bir şaşkınlıkla kaşlarımı çattım. Neyi farklı yapmıştım? Daha fazla rüzgâr estirmiştim elbette ama daha güçlü bir rüzgâr bile hâlâ sadece bir esintiydi.

Hatta adını bile öyle koymuştum!

Dolayısıyla geriye kalan tek değişken…

"Aha!"

Ben… Anladım!

Böceklerdi!

Özellikle, ateş soluyan böcekler! Yani alev keseleri olmalı. Canavar zoolojisi hakkındaki az bilgim bile, bir yaratığın alev püskürtebilmesi için yanma araçlarını anatomilerindeki doğal bir depoda saklamaları gerektiğini biliyordu.

Yani… [Bahar Esintisi] onları yerden kaldırdığında, savunmasız keseleri açığa çıkmış ve savrulurken patlamış olmalıydı!

Bu kadar çok yıkım olmasına şaşmamak gerekti! Ateş püskürten canavarları uzaklara fırlatırken, orta halli bahçıvanlık tekniklerimle ben bile bir tehlike haline gelebilirdim. Bu yüzden, alev patlamaları birleşmiş ve bir domino taşını biçen bir taş gibi bir ağacı diğerinin üzerine düşürmüş olmalıydı!

Kısacası… bu hiç de benim hatam değildi!

"Ohhohoho!" Rahatlayarak gülümsedim. "Böyle aptalca bir endişenin zihnimi süslemesine izin verdiğimi düşününce! Bunun için kesinlikle başım belaya giremez! Hayır. Hiç de değil. Ben sadece kendimi savunuyordum. Dev insan yiyen, ateş püskürten ölüm böceklerinin bu kadar değişken olduğu gerçeği asla tahmin edilemezdi. Benim… Annem bunun için beni azarlamaz herhalde?"

Olmak istediğimden biraz daha az umutlu olsam da başımı salladım.

Kraliyet Köşkü'ne döndüğümde sert bir azar işitecektim ama bu azar, krallığın mali durumunu kurtardığımı gösteren bir dönüşle hafifleyecekti. Bu süreçte ormanlık alanlarımızın tahrip edilmesi talihsiz bir lekeydi, ancak bu açıkça benim kontrolüm dışındaydı.

Neyse ki bu tek seferlik bir şeydi! Rüzgar, ateş ve odunun korkunç bir uyumsuzluğu. Son derece gayretli bir insan olarak kesinlikle bir daha asla yapmayacağım masum bir hata.

"Ah!"

Birden, işlediğim suçun tek tanığını hatırladım.

Arkamı dönüp baktığımda kızın oturduğu dalın artık gözle görülür bir şekilde yapraksız olduğunu gördüm. Ama bundan da öte, yanaklarındaki tüm rengin çekildiğini gördüm.

Gülümsemesi gitmişti. Onun yerine yüzünü şaşkın bir ifade kaplamıştı; katliamın izini sürerken gözleri fal taşı gibi açılmıştı.

Sonra bana baktı.

Bir an için hakkımda nasıl bir hüküm vereceğini merak ettim. Ölüm böcekleri olsun ya da olmasın, yerel ekosistemin önemli bir kısmının yok edilmesinde hafif bir suç ortağı olduğum açıktı. Ve eğer beni suçlu olarak yanlış anladıysa, o zaman tanıklık etmeyi seçerse annemden sert bir şekilde azarlanmaya mahkum olurdum.

Hatta kitaplarım bile elimden alınabilirdi!

Sonra, en kötü korkular aklıma geldi-

"Ahaahaahhhahaahahaaha!"

Güldü.

Adının sadece Coppelia olduğunu bildiğim bu tuhaf kız, aynı görüşmede ikinci kez bana gülme cüretini gösteriyordu.

Hissettiğim ve unuttuğum öfke şimdi yeniden ortaya çıkmıştı. Kılıcımı kınına geri sokarak ayağımı yere vurdum ve kaşlarımı çattım.

"Neden gülüyorsun?! Bu gülünecek bir şey değil! O gördüklerinin yerde yatan köylüler olduğunu mu sanıyorsun? Hayır! Onlar güzel ağaçlar, krallığın kendisi kadar eski tarihi mucizeler! Onların ölümüyle alay etmeyi bırak!"

Kız daha sert gülerek karşılık verdi.

Hatta o kadar sert güldü ki gözlerinin kenarında yaşlar oluşmaya başladı.

Gözyaşlarını silmek için ellerini daldan kurtardı, sallanmaya başladı, sonra da histeri krizi onu ele geçirmeye devam ederken takla atarak geriye doğru düştü.

Onu yakalamak için hiçbir hamlede bulunmadığımdan, rahatlamış ifadesini ve ardından kollarını dengelemeden önümdeki büyük bir kökün üzerine zahmetsizce inerken kahkahasının kuyruğunu yakaladım. İnişindeki emin adımlar en sert kalabalıklardan bile alkış alırdı, ardından seyirciye doğru tatlı tatlı gülümserken onların hayranlığını kazandı.

"Juliette'ti, değil mi?" dedi bana doğru zıplayarak ve sonra etrafımda dönerek, beni tepeden tırnağa incelerken. "Hmm…"

"Ne yapıyorsun?! Bana bir antika gibi aval aval bakma!"

Tuhaf kız arkamda daireler çizdi, sonra ben yüzümü ona döndüğümde diğer yönde yeniden belirdi. Eğlenen bir gülümsemeyle eğildi, sonra hafifçe burnuma dokundu.

"Mhm. Gerçekten zayıf görünüyorsun."

Ne?

O… burnuma mı dokunmuştu?!

Aceleyle geri çekildim, ellerim hiç öğrenmediğim bir dövüş sanatının hazır pozisyonundaydı ve gerçekten güvende olup olmadığımı merak ediyordum.

Yine de yeteneklerime yönelik bu dürüst değerlendirme ve şahsıma yönelik açık saldırı karşısında kaşlarımı çatacak kadar haysiyetli olduğumu hatırladım.

Bunun kaç yıl hapis cezası gerektirdiğini listelemememin tek nedeni, daha önce hiç burnuma değer vermek zorunda kalmamış olmamdı. Altı ay ile altı ömür boyu hapis cezası arasında bir yerdeydi. Ve ben ikincisine doğru eğiliyordum.

"Bana dokunmaya nasıl cüret edersin! Hem de burnuma?! Ayrıca, ben… fiziksel yetersizliklerimin farkındayım, teşekkür ederim! Daha doğrusu, iyi yetiştirildiğimin bir işareti olarak kabul edilebilirler!"

Evet, gerçekten de öyle. Resim ve şiir için kaslarımın olmayışına daha önce hiç üzülmemiştim-

Şu ana kadar, ne yapacağı belli olmayan bu kızı uzak tutmak için birazını kullanabilirdim. Ben uzaklaşırken bile, o sadece daha yakına sıçradı, bana çelme takmak için komplo kuran düzleştirilmiş kökleri ve yabani otları kolayca görmezden geldi.

"Güzel bir teknikti," dedi parmaklarını ani bir hareketle açarak. "Fiuu! Daha önce de böceklerin uçtuğunu görmüştüm ama bu yeni bir rekor. Bunu bana öğretebileceğini düşünüyor musun?"

"Hayır," diye cevap verdim, vınlamanın geldiği yöne bakmamaya büyük özen göstererek. "Bu tek seferlik bir olaydı ve niyetimin çok ötesindeydi."

"Gerçekten mi? Yazık. Bence faydalı olurdu. Peki buralarda ne yapıyorsun? Dediğin gibi, karanlık kişiler falan."

Evet, dedim.

Ve hâlâ çok haklıyım.

Bu tuhaf kızı içimde bir şüpheyle izledim. Kütüphaneci olduğunu iddia ediyordu. Hayır, bir kütüphaneci yardımcısı. Ama bildiğim kadarıyla, herhangi bir kalibredeki kütüphaneciler nadiren kayıp kitaplar konusunu haydutlar ve ölüm böcekleri tarafından kolonileştirilmiş bir ormanın derinliklerine kadar takip ederlerdi.

Kesinlikle basit bir kütüphaneci değildi. Her ne kadar bu kızı kendim için bir tehlike olarak görmesem de zararsız olduğunu da söyleyemezdim. Duruşunda bazı uyarı zillerini çağrıştıran bir tarz vardı. Sadece Roland benimle konuşurken bu kadar kendinden emin -hatta umursamaz- konuşurdu. Ve işte o zaman onun kötü şöhretli çocukça şakalarından birine kurban gitmek üzereydim.

Gözlerim botlarıma kaydı.

Bağcıklar birbirine bağlı değildi. Buraya kadar iyiydi.

Ne yazık ki bu durum, bu kızı anında en büyük ağabeyimden daha güvenilir kılıyordu.

"Bilmen gerekiyorsa, burada yaşayan serseriler tarafından yolum kesildi. Bölgedeki mahsullerin zarar görmesi meselesiyle ilgilenmek üzere Rolstein'a gidiyordum. Bir gıda krizini önlemek ve bu krallığı kıtlık tehdidinden kurtarmak niyetindeyim."

"Kulağa acı verici geliyor."

Gözlerimi kırptım, sonra başımı hafifçe yana eğdim.

Tuhaf. Kulaklarım çınlıyor olmalıydı. Az önce anlaşılmaz bir şey duymuş gibi hissettim.

"Affedersin?"

Kız aniden gülümsedi ve ellerini birbirine vurdu.

"Demek istediğim, bu adil krallığın masum insanlarının başına böyle bir şey gelirse çok büyük bir acı olur. Böyle tehlikeli bir durumun ortaya çıkmasını önlemek için her türlü önlemin alınması doğru olur."

"Ah, elbette… demek istediğin buydu… evet, işte bu yüzden ovalara gidiyorum."

"Anladım. Bozulan ekinlerin nasıl onarılacağını biliyor musun?"

Hayır.

Ama oraya vardığımda öğreneceğimi biliyordum.

Zekam, ileriyi düşünmek için harcanamayacak kadar değerli bir kaynaktı. Asla gerçekleşmeyecek sorunları düşünerek neden verimsiz olayım ki? Sorunlarımla zamanı geldiğinde, tam güçle ve tam dinlenerek başa çıkacaktım.

"Tabii ki öyle!" Elimi göğsüme koyarak gülümsedim. "Maceracılar Loncası'nda bir bağlantım var. Yerel işe yaramaz-… yerel kuru gürültü-… yerel maceracılarla bağlantı kurduktan sonra, bu meseleye kasaba halkını en az rahatsız edecek şekilde nasıl yaklaşabileceğime dair bir dizi seçeneğim olacak."

Kız heyecanla başını salladı. İnci gibi turkuaz gözleri okyanusun üzerindeki güneş ışığı gibi parlıyordu.

"Bu harika. Hadi gidelim."

Artık kulaklarımın bozuk olduğunu biliyordum.

"Özür dilerim ama bunu tekrarlamalısın. Tam olarak duyamadım…?"

"Hadi gidelim. Zaman geçiyor ve ben de seninle geliyorum. Rolstein, değil mi? Hiçbir kurtarıcı özelliği olmayan o korkunç sıkıcı kasaba? Hep oraya gitmek istemişimdir."

Ağzım açık kaldı.

Tek seferlik bir karşılaşmada bu kızın tuhaflıklarıyla uğraşmak mı? Katlanılabilir. Çok çalışan, popüler bir prensesin hayatından bir gün. Kız kardeşlerimin bunu her zaman yaşadığına eminim.

Bir yere giderken ona eşlik etmek? Daha az katlanılabilir.

"Gerçekten… hep Rolstein'ı ziyaret etmek mi istemişsindir? Haritacıların haritalara koymayı unuttuğu kadar alakasız bir yer mi?"

"Evet. Yapmam gereken bazı araştırmalar var."

"Kitabınla mı ilgili?"

"İzler yakınlara kadar gidiyor ve Maceracılar Loncası iyi kayıt tutuyor. Ya da duyduğuma göre öyle. Benim geldiğim yerde hiç yok."

Şaşkınlıkla ona baktım. Başımı ağrıtan o korkunç kafa karışıklığı değildi. Ama kabul edilebilir bir miktarıydı.

Bu kıtada Maceracılar Loncası'nın bürokrasisinin ve burnunu sokma merakının kendini göstermediği çok az yer vardı. Eğer durum buysa, o zaman bu kız sadece buralı değildi. Yakın bir yerden de değildi.

"Ah? Nerelisin?"

"Ouzelia."

Coppelia bu cevabı verdikten sonra yanımdan geçip arabanın üzerinde bıraktığım gibi dağınık bir şekilde duran çuval yığınına doğru sıçradı.

Sonra tek bir hareketle eğildi ve yığınla kron, ziynet eşyası, mücevher, silah, sofra takımı ve en az birkaç resimle dolu çuvalların her birini iki eline aldı. Benden daha iri, daha yaşlı ve kesinlikle daha güzel olmayan bu kız, en ufak bir çaba göstermeden, çuvalları bir dizi tüylü yastığı kaldırır gibi kolayca kaldırdı.

Ama beni en çok şaşırtan şey bu değildi.

Bu kız yanımdan geçip gittiğinde, sırtından çıkan dev altın anahtarı ilk kez fark ettim. Ve Coppelia'nın sadece bir kütüphaneci yardımcısı olmadığını anladım.

Hayır, hiç de değil.

Çünkü Coppelia… aynı zamanda bir kurmalı bebekti.

*Horoz başlı ve kanatlı yılan.

Yorumlar
/ sayfa kayıt
© 2024 Felis Novel. Tüm Hakları Saklıdır.
BAĞLANTILAR