Talihsizlikler Silsilesi

Çevirmen: YcD44
Editör: Myriel
Cilt 1Bölüm 50: Bozguncunun Diyarı IV

Tünel, Llystletein düzenbazı uzak ucuna yaklaştığında önünde açıldı. Patikanın ötesinde, neredeyse onu oluşturan dağ için fazla geniş görünen bir zirve krateri uzanıyordu. Eşit uzunlukta ve genişlikteydi, tüm Cadrian başkentine yetecek kadar yer olan dairesel bir havzaydı. Ama Valencia yerleşiminin büyüklüğü öyle değildi.

Kalderanın içinde gerçek bir buz ve ateş karmaşası vardı. Taş duvarların yarısı kristal karla kaplıydı, geri kalanında ise lav akıntıları, kayadaki boşluklardan sızan kırmızı sıcak yırtıklar vardı.

Yanan magma ile gelen riski azaltmak için açık bir çaba vardı. Erimiş nehirler, yeraltı şehrinin kenarları boyunca uzanan merkezi bir boru hattı aracılığıyla yeniden yönlendiriliyordu. Tıpkı diğer her şey gibi bu boru hattı da buzdan yapılmıştı. Ve tıpkı diğer her şey gibi, ısıya maruz kaldığında tamamen etkilenmiyordu. Ağzına kadar kızgın kayalarla doldurulduğunda bile boru erime belirtisi göstermiyordu. Ne buhar oluşuyor ne de temas noktalarından su damlaları akıyordu. Garip bir şekilde, tepki vermeyen sadece buz değildi. Lav da aynı şekilde etkilenmemişti.

Yıldızların ışığı altında parıldayan iskele parçaları, ince borular ve büyük donmuş plakalar kasabanın her yerinde görülebiliyordu. Yerel halk bu manzarayı normal karşılıyor gibiydi; sanki dünyanın en doğal şeyiymiş gibi derme çatma inşa edilmiş platformların üzerinde rahatça yürüyorlardı. Tek bir kişi bile çok katmanlı otoyolları yadırgamıyordu. Destekleyici yapılardan yoksun tek bina bir buzul piramidiydi, dağın zirvesi olarak ikiye katlanacak kadar yüksek üçgen bir yapı.

Sonunda vardığını anlamak için bir rehbere ihtiyacı yoktu. Önünde uzanan manzara, yok etmesi gereken hedef olan Borrok Zirvesi'ydi.

Onu ele veren şey mimarisi değil, sakinleri idi. Dörtte üçünden fazlası açıkça Borrok'tu. Böcek maymunlar sanki buranın sahibiymiş gibi etrafta dolaşıyorlardı. Binlercesi olmasa da yüzlercesi şehrin geniş açık alanlarında toplanmış, böceksi vızıltılar, maymunsu gıcırtılar ve baykuşsu yuhalamalardan oluşan bir karışımla gevezelik ediyordu.

Kalan sakinlerin büyük çoğunluğu hâlâ en azından tartışmalı bir şekilde borrokttu ve Claire'in katlettiği yozlaşmış gözetmen, buna mükemmel bir örnek teşkil ediyordu. Yeni parçalanmış ceset hayattayken memeli yapısının yanı sıra böceğe benzer özelliklere de sahipti. Kalabalığın arasına karışmış yarasalar, kurtlar ve hatta ayılar da aynı kumaştan kesilmişti. Hepsi bozulmuştu, hepsi ucube kedi-böceklerle uyum içinde yaşıyordu.

Sadece sentorlar gibi birkaç seçkin birey böceksi vücut parçalarından tamamen yoksundu. İşin tuhafı, çift artık tutsak değildi. Bağları çözülmüştü ve sözde kendilerini esir alan kişinin yanında sokakta rahatça yürüyorlardı. İnsansı özellikleri dikkat çekmelerini sağlıyordu ama çok daha dikkat çekici olan giysileriydi. Deri ve metalden yapılmış giysiler giyenler sadece onlardı. Diğer herkes ya çıplaktı ya da basit çarşaflar, tepeden tırnağa onları örten kumaş parçaları giymişti.

Gözlerini halktan ayıran Claire, önemli bir işarete benzeyen herhangi bir şey var mı diye etrafı inceledi. Nöbetçi ve hayat verenin oynadığı roller hakkında fazla bir şey bilmiyordu ve sormak muhtemelen fazla şüphe uyandıracaktı. Eğer bilgi edinmek istiyorsa, etrafı kolaçan etmesi ve bilgiyi kendi başına bulması gerekecekti.

Piramitten çok uzakta olmayan bir başka kayda değer bina, şehrin merkezinde büyük dairesel bir yapıydı. Uzaktan amacını anlayamıyordu ama ona belli belirsiz küçük bir arenayı hatırlatıyordu. İyi tahkim edilmişti, her tarafı buzdan tuğlalardan yapılmış yüksek duvarlarla çevriliydi.

Bir başka ilgi çekici nokta da şehrin geri kalanından izole edilmiş bir malikâneydi. Arka duvarın yakınındaki yüksek bir arazide yer alıyordu, etrafı çitle çevriliydi ve çok sayıda yozlaşmış gözcü devriye geziyordu. Tüm işaretler buranın davetsiz bir misafire ihtiyaç duyan yüksek güvenlikli bir yer olduğunu gösteriyordu ve düzenbaz da bunu yerine getirmeye fazlasıyla meyilliydi.

Claire hemen üç noktadan herhangi birine yönelmedi. Bunun yerine gözleri etrafta gezinirken kasaba meydanına giden eğimli patikadan aşağı doğru yürüdü. Bir yerleşim yerinde dolaşma fırsatı bulmayalı uzun zaman olmuştu. Teknik olarak Valencia'da yaşıyor olsa da yüzen malikâne kendine özgü bir ekosistemdi. Altında sık sık toplanan bulutlar başkenti gizliyordu ve onu yere indirebilecek büyülü bir aygıt olmasına rağmen, yaptığı yolculuklar seyrekti. Sadece resmi etkinliklere katılmak için inmesine izin verilirdi. Ve o zaman bile, hem kendi güvenliği hem de babasının akıl sağlığı için sıkı bir gözetim altında tutuluyordu. En son muhafızlarından kaçıp şehri denetimsiz bir şekilde keşfetmesinin üzerinden neredeyse yarım yıl geçmişti.

Bacak mızrağını şehrin hemen dışında sakladıktan ve görevini tamamlamak için yüz saatten fazla zamanı olduğunu teyit ettikten sonra etrafı görmek için yola koyuldu. Kalbi heyecanla çarpıyordu. Ama bu heyecan uzun sürmedi. Buzdan yapılar bir yana, Borrokvari yerleşiminde pek de eğlenceli olmayan bir gözlemci için göze çarpan çok az şey vardı. Burası sıradan şeylerin ve sıradan insanların olduğu sıradan bir kasabaydı. Ortaya konabilecek tek gerçek fark, teknolojik açıdan geri kalmış olmasıydı. Valencialıların günlük yaşamlarını iyileştirmek için sıklıkla kullandıkları tüm eserler eksikti.

Böceklerin ilkel, barbar doğası göz önüne alındığında, sokaklarda dolaşan suçlular ve her köşede şiddetli kavgalar olmasını beklemişti. Ama ne kadar denerse denesin, bulabildiği tek soysuz, yolun ortasında sızmış, buz gibi bir içki şişesini hâlâ tüylü pençesinde tutan yozlaşmış bir gözcüydü.

Şehrin sakinlerinden hiçbiri bunu olağan dışı bir şey olarak görmüyordu. Herhangi bir tepki vermediler ya da bireyi yoldan çekmekle uğraşmadılar, bunun yerine başka herhangi bir barikatta olduğu gibi üzerinden geçmeyi ya da etrafından dolaşmayı tercih ettiler.

Para kavramını anlıyor gibi görünmelerine rağmen, neredeyse hiçbir borrok mal veya hizmet alışverişinde bulunmuyordu. Şehrin merkezindeki meydanda bile görünürde tek bir dükkân ya da tezgâh yoktu. Neredeyse her bina ya bir konut ya da bir kulübeydi. Bulduğu tek istisna, dikdörtgen kayaları ve onların yaratıcılarını barındıran depolama tesisleri ve fabrikalardı.

Onlar da dunkuzlar kadar medeniler.

Claire yarı-mamalianların konuşmalarına kulak misafiri olarak onları daha iyi anlamaya çalıştı ama bu cesur çabası başarısızlıkla sonuçlandı. Birbirleriyle bir dizi jest ve çeşitli sesler aracılığıyla iletişim kuruyor gibi görünüyorlardı ama dillerini deşifre etmek düpedüz imkânsızdı. Ne kadar uzun süre dinlerse dinlesin anlayamadı. Aslında, kendini bir anlayışın tam tersine ulaşırken buldu.

Çok ırklı bir şehrin kendi dilini kullanması mantıklı değildi. Ortak dil olan Marisşçenin aksine, yerel lehçe ırktan bağımsız olmaktan başka bir şey değildi. Gözcüler, küçük kedi kuyruklu goril böcekleriyle aynı sesleri çıkaramıyordu ve bunun tersi de geçerliydi. Aralarındaki biyolojik farklılıklar birbirlerinin sözlerini taklit etmelerini imkânsız kılıyordu.

Marişçe evrensel olarak mevcut olsa da herkes için geçerli olması gerekmiyordu. Bu tuhaf fenomenin en yaygın örneği evcil köpeklerdi. Evcil köpekler duygularını havlamaları ve beden dilleri aracılığıyla sahiplerine aktarabilirdi ancak standart dili öğrenmekte yetersiz kalırlardı; iletişim kurma çabaları, harcanan zaman ya da çabaya bakılmaksızın panteon tarafından tanınmazdı. Yükselmedikleri sürece, ki çoğu evcil hayvan yükselmemiştir, bu dilde konuşulan komutları tanımayı öğrenseler bile dille ilgili beceriyi elde edemezlerdi. Claire'in dunkuzların konuşma yeteneğinden yoksun olduğunu düşünmesine yol açan şey de bu küçük bilgiyi bilmesiydi. Gıcırtıları ve gevezelikleri ona anlaşılır bir şeyden çok havlamaları ve ulumaları hatırlatıyordu. Belli ki yanılmıştı. Daha önce tanıştığı tuhaf adam onun varsayımının yanlış olduğunu kanıtlamıştı.

Diğer dunkuzlardan Marişçe konuşan var mı? Yoksa sadece o mu?

Dil becerisi olan her yaratık ortak dili anlayabilirdi. Marişçe, en azından beşinci seviyeye ulaşana kadar, söz konusu kişinin konuştuğu diğer dilin yanında gelişirdi. Bir dil becerisinde beş aşamayı tamamlamış olmak, o dili az çok anlayabilmeyi sağlıyordu ama hepsi bu kadardı. Hem kağıt üzerinde hem de yüz yüze akıcı konuşmak için on seviye gerekiyordu. Sadece beş tanesiyle, ortaya çıkan cümleler genellikle kırık, ilkel ve barbarcaydı, tıpkı gözcülerinki gibi.

Kasabanın kenarına doğru ilerleyen Claire, sonunda bir grup borroku standart işlerin ötesinde bir şeylerle uğraşırken buldu. Sohbet eden ve etrafta koşuşturan diğerlerinin aksine, banliyölerde takılan bireyler yemek yiyordu. Şehrin dış sınırlarını çevreleyen depolar, Claire'in sadece yiyecek olduğunu tahmin edebileceği şeylerle doluydu. Bezelye rengindeki yapışkan madde kalın ve sümüksüydü, tüketenlerin ellerine yapışıyordu. Yine herhangi bir para alışverişi yapılmıyordu. Yerleşim yerinin herhangi bir üyesinin istediği kadar az ya da çok yiyebileceği bir açık büfe gibi görünüyordu. Daha muhafazakâr olan bazı kişiler sadece küçük parçalar yerken, diğerleri vücut ağırlıklarının yarısını tek bir oturuşta tüketiyordu.

Ben de yemeliyim.

Bu düşünce aklının bir köşesinde birkaç dakika yankılandıysa da yolun kenarında dikkatini çeken bir noktayı fark edince kısa sürede aklından çıktı. Sağında, sivri ucu bir küreyle kapatılmış üçgen bir bina duruyordu. Diğerlerinden farklı olarak maviden çok mor renkteydi ve kalın duvarları opaklığın sınırındaydı; içini görmek bir düzine vitray katmanının arasını görmek kadar zordu, zordu ama imkânsız değildi. Üç bulanık borrok, ikinci katı olan dairesel hapishanenin içinde sıkışmış, kıpırdamadan, tamamen kaplanmış ve zamanda donmuştu.

Tek girişi, neredeyse bir gözcü kadar geniş, devasa bir tuzak içeren bir odaya açılıyordu. Karşısında, yeraltından gelen yumuşak kırmızı ışığın aydınlattığı bir merdiven vardı. Basamaklarına tırmanmak imkânsızdı. Tek tek parmaklıkların arasında tam bir melez boyu kadar yükseklik vardı. Çukurdan kötü, sülfürik bir koku yükseliyordu. Bu ona, babasının yatağının altına bir düzine yumurta sakladığı ve bir ay boyunca onları unuttuğu zamanı hatırlattı.

Deliğe yaklaştığında arkasından bir dizi yuhalama ve uluma sesi geldi. Arkasını döndüğünde, kendisini beyaz kürklü ve sakalları göğsünün altında toplanmış yaşlı bir borrok tarafından karşılanmış buldu. Canavar bir süre daha ona homurdanmaya devam etti ama ne dediğini anlayamadı. Görünüşe göre, başını eğip gözlerini kırpıştırarak ona bakmak da bunu tam olarak açıklığa kavuşturmuyordu. Böcek maymunun sonunda Marişçeye dönmesi için yarım ağız konuşması gerekti.

"Sen, ne istiyorsun?"

Gözlerini şüpheyle kısmış ona bakıyordu ve kuyruğu aşağı doğru kıvrılmış ve kıllanmıştı, şüphesiz kısmen bariz bir yabancı olduğu için.

"Merak ettim," dedi. "Bunun ne olduğunu bilmiyorum."

"Bu mu?" Borrok deliğe doğru işaret etti. "Bu tuvalet."

Claire yavaşça yaşlı adamla deliğin arasına baktı. Tuvalette neden bir merdiven vardı?

"Kullanmayacaksan git. Ben kullanırım."

Melez başını yukarı aşağı salladı, izin istedi ve alanı boşalttı. Bu kısmı kolaydı. Ancak binadan gelen sesleri duymazdan gelmek öyle değildi.

Damlama sadece benim hayal gücüm. Gerçek değil. Cızırtı da öyle. Bekle… Cızırtı mı? Claire neredeyse kulaklarını dikecekti. Neredeyse. Belki de öğrenmemem daha iyi olur.

Gerçekten aydınlanmışların bir üyesi olarak, güç büyücüsünün fiziksel dürtülerinden önce ölümlülerin işleriyle uğraşmasına gerek yoktu. Çabalarını bunun yerine kulaklarını kafasına yakın tutarak bölgeyi boşaltmaya harcadı. Yol boyunca neredeyse kendi kendine borrokların tuvaleti nasıl kullandığını soracaktı ama bu düşünce daha tam olarak oluşmadan zihninden silindi. O daha iyi biliyordu. Ne de olsa merak kedi kızı öldürmüştü.

Rahatsız edici gürültüden kaçmak, kedi olmayan kızı şehrin tamamen farklı bir bölgesine götürdü. Krater duvarının hemen yanındaki alan tam anlamıyla bir çöplüktü. Binalar yiyecekle değil, çöple doluydu. Çürüyen cesetler, kırık ekipmanlar ve parçalanmış tahta parçaları göz alabildiğine uzanıyordu. Borroklar bile sayıca çok daha azdı, sadece sokaklarda uyuyan bir ya da iki kişi vardı.

"Borroklar! Eğer Gerçek Buz Asası'nı geri vermezseniz, bugün öleceğiniz gündür!"

Claire tam çöplüğü görmezden gelip yoluna devam edecekti ki kulak tırmalayan bir çığlık gözlerini gökyüzüne çevirmesine neden oldu. Karanlık olmasına rağmen, davetsiz misafirleri yıldızlı fondan kolayca seçebiliyordu. Koyu kül rengi bedenleri, içlerinde yanan bir alev gibi, ateşli kırmızı bir parıltıyla vurgulanıyordu. Onları sınıflandırmak, algılamaktan çok daha zordu. Onların gargoyle mu, deniz yaratığı mı yoksa her ikisi mi olduğunu anlayamıyordu. İskeletleri yunusları andırıyordu fakat bir zamanlar erimiş taştan yapıldıkları belliydi. Her hareket ettiklerinde vücutları sanki havada yüzüyormuş gibi dalgalanıyordu.

Sahip oldukları tek kanat tamamen alevden yapılmıştı. Neredeyse haleler gibiydiler, fiziksel olarak ayrılmışlardı ve doğrudan sırt yüzgeçlerinin üzerinde yüzüyorlardı.

Bildirinin hemen ardından bir saldırı geldi. Sözde suda yaşayan yaratıklar, ağızlarını açıp alev sütunları fırlatarak şehri kırmızının parlak bir tonuna boyadılar. Magmadan etkilenmemiş olsa da ateş temas eder etmez buzdan binalar eridi. Vatandaşlar katledilecek gibi görünüyordu ancak garip bir şekilde, uğradıkları hasar önemsizdi. İlk saldırıda tek bir böcek-maymun bile ölmedi. Vurulanlar ise ölü bile olsalar, sadece hafifçe yanmışlardı.

Böyle bir saldırı tipik olarak panik, terör ve histeri için bir formüldü. Ancak bunların hiçbiri ortalıkta yoktu. Borrok Zirvesi sakinleri evlerinin saldırı altında olmasını umursamıyor gibiydi. Kargaşa yüzünden uyananlar bile o kadar kayıtsız ve umursamazdı ki hemen uyumaya devam ettiler.

Claire'in kafası karışmış, davranışları karşısında düpedüz şaşkına dönmüştü. Ancak kısa süre sonra bir savunma bariyeri şeklinde bir açıklama geldi. Diğer yapıların hepsinden daha açık bir mavi tonuna boyanmış bir buz kubbesi, lav yunusları üçüncü bir saldırı dalgası başlattığında ortaya çıktı. Ateş ve buz kafa kafaya çarpıştı. Ve bu sefer hiçbir şey erimedi. Öfkeli alevler buzdan savunma tarafından bastırıldı.

Yunuslar geri çekilmedi. Başlarını dikleştirdiler, derin nefesler aldılar ve saldırıya devam ettiler. Ama koruyucu kalkanı uzun süre dövmek zorunda kalmadılar. Yarasalar ve borroklar siperdeki deliklerden uçarak ateşli çetelerle kafa kafaya çarpıştılar.

Claire savaşı izlemekten pek keyif almıyordu. Canavarlar, belirgin ayrıntıları seçemeyeceği kadar uzaktaydı ve onlara bakmak için boynunu sonuna kadar eğmesi gerekiyordu. Ve bu en kötü kısmı bile değildi. Daha da can sıkıcı olanı, gösterinin olmamasıydı. Her iki taraf da Claire'i tamamen hayal kırıklığına uğratacak düzeyde dövüşüyordu. Tüm katılımcılar yavaş ve zayıftı ve iki taraf da herhangi bir kalıcı yaralanma yaratabilecek gibi görünmüyordu.

Melezin dikkatini çeken tek kişi geç gelen biriydi. Bu aslında bir anti-borroktu. Maymuna benzer yüzleri ve böceğe benzer vücutları olan ucube meslektaşlarının aksine yeni gelen, kafası böcek olan bir maymundu. Kedigil özellikleri bile tersine dönmüştü; kuyruğu kafatasından çıkarken kulakları kıçını süslüyordu.

Hareket etme şekliyle ilgili bir şey onu rahatsız etti. Sol alt göz kapağı yaratığın kulaklarıyla senkronize bir şekilde seğirdi ve kuyruğu her titrediğinde yumrukları kaşındı. Onu izledikçe, açıklayamadığı nedenlerden dolayı onu daha fazla hırpalamak istiyordu.

Hemen hemen her standarda göre tuhaf olan görünümüne rağmen, böcek-kedi yetenekli bir dövüşçü olduğunu kanıtladı. Yunuslardan biri kendini kubbeye ya da kraterin duvarlarına her attığında ağır bir darbe alıyordu.

Sözde suda yaşayan yaratıklardan hiçbiri temelli düşmedi ama çok geçmeden geri çekildiler, borrokları lanetlediler ve yakın gelecekte geri dönmekle tehdit ettiler. Yerlilerin rahat davranışlarına bakılırsa, bu muhtemelen sıradan bir olaydı.

Ama yine de Claire hazır olda bekliyordu. Anti-borrok'un nöbetçi olma ihtimali vardı. Ve bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı.

Yorumlar
/ sayfa kayıt
© 2024 Felis Novel. Tüm Hakları Saklıdır.
BAĞLANTILAR